BİNLERCE ŞİİR

 

Yakın, uzak, mesafe,

ara, gitmek, kalmak

 

Dedi bunaltıyor; içinde olmak

istiyorum senin zamanının.

 

İçindeydi. Büyük,

hüzünlü şairlerin dizeleriyle yanmak

ve dokunmak benzeriydi kelimeleri,

iyi kitaplar gibi kokmakta.

 

sözlerinin hepsi sözler içinde yalnız

benden kaç zaman önceydi,

kim bilir.. kaç kez -ve nasılsa hissi-

yine söylenmişlerdi

 

kaç kez ölündü şu sohbetlerde,

kim bilir kaç kişi öldürülmüştü..

anlamaktan uzak neresi varsa şu ânı,

“şimdi”, oralarda gömülü

 

Derken, bir birdenbire!

bir kıpırdanma düzlüklerde..

hatırlamanın sıcaklığı, bir sırt dayama şiire,

iyi şairlere.. ve akşam üstlerine.

 

dağım, zirveyim, öyle kimseler de yok hani

çoklu odaları var yollarımın,

oralar sakin ve mavi

sevdiğin şehre kısacık uğramak gibi..

ki yol; “güneş doğsun diye beklemekten
batmasına kadar olan kısalıkken”,
“sen diyorsun ki, sevme”
akmasın diye tutulmuş bir ırmak
duyguları suçlamak suçuna bulaşmış bir
bir suçlu
gibisin, sonsuz sakinlikte

 

öyleydim.

var ve yok, bir kelimede bir harfin

yer değiştirmesi kadar biçimsiz, kayıp

sevdiğim şehirden ayrılıyordum.

 

Nasıldı hissin?

binlerce düş gibisin

ve binlerce şiirsin,

iyi kitaplar-ın-da basılmak üzere.

 

binlerce düş, binlercesi.

 

 

Haziran, 2022

 

İnsan, hayatını yaratıyordu

İnsan. Hayatını yaratıyordu; dümeninde kaptan insan.. İnsan, kendi hayatını yaratıyor. Nereden başladığı haber verilmeden, bilmeden, öğretilmeden; her hayat, ilk kez yazmak değil mi aynı hikayeyi?

Çocuktu insan, oluşuyordu tüm güzellikleriyle. Tüm güzelliklerinden oluşuyordu hayatın. İnsan; kirli, yüce, sağlam, kof, çocuk, büyük insan! Her biri kendi tonunda bir mavilikte… Kendine adanan sonlu zamanda, kaybola yol ala büyümeyi öğreniyor.

Ah! O düşündükçe ve düşledikçe çiçeklenen, anlamını arayan, tazecik, aklı kalabalık zamanlar… Yaştan bağımsız bir ‘yaşama ve yaşatma’ arzusu, ertesi güne elbette başlanacağına dair nahif bir inanç ve bir Ferhan Şensoy deyişi; “Öyle gün ki, kimse düşünmez ölümü…”

Böyle günlerle çoğalıyor insan, bu inançla büyüyor yaşı. Bir incelikler hesabı ki, giderek kendisine yaklaşıyor.. ki zamanın umurunda mıydım, geçmiş gitmiş?

Tüm sadeliği, ustalığıyla kesintisiz yol almakta… Kimseleri ve hiçbir yükü yanına koymadan, akmış durmuş; bu zaman olmuş.

Zamanın, insanın yoktan var ettiği yorgunlukları(nı) hiçe sayan bir umursamazlığı var. Büyümemiş zaman, bilmiyor kirlenmeyi; çocuk, sade ve yalnız ve sevimli kalmış. Büyüse.. büyümemiş. İnsanın omuzlarına oturan, yaşamayı yavaşlatan, bir “şey” sanılanın, aslında hiç de öyle bir “şey” olmadığını anlatıyor bize. Yok fazlalıklara ihtiyaç, lüzumsuz fazlalıklar.. yeri yok küçük sadeliklerin!

Zamanın umurunda mıyız, soruyor şiirler. Gerisinde mi kalıyorum ertelediklerimle ve düştüğüm ‘sonra’ tuzaklarıyla; yoksa gerçek saatim mi bu yaşadığım?  İçine çekiliyorum bu kudretin… Zira zaman, Tanpınar’ın “yekpare geniş bir an” tarifinde olduğu gibi, anların anlamlı bütününü de kapsayan bir ‘birlikte ahenkle ilerlemek’ işiyse; duyumsamak, seyrini hissetmek, sorular sordukça -cevapla ilgilenmeden- kendi sesini daha çok duymak gerekmez mi? Onu saymayıp, birlikte çağlamak değil mi zaman? Bir benzersiz seyahat…

“görmek” deyip geçilemeyecek

sonsuzlukta bir  telaşı var gözlerimin,

bir algılar süzgeciymiş meğer baktığım her şey

seyrini belirlemekte tüm yaşam öykülerinin

idraki, zaman aldı.”

Dışarıda olana, doğaya ve doğala, baktığımız her yöne açılan bir pencere temsili olarak algı, kalabalıklar arasında neyi seçeceğini biliyor, buluyor. Hafızası -ne kadar aktı ise zaman- o kadar beslenmiş dokunduğu her şeyden. Yaşı hep benim yaşım. Yaşı hep kendi yaşın. İdraki sonsuzluk kadar vakit alsa da, algılar, inanışlar, kirlenmiş öğretiler hapishanesinden kurtulmayı yaş almakla başarıyor insan. Kendi hayat senfonisini yöneten bir şefe dönüşüyor bir zaman sonra, “şey”lere karşı hayata döndürüyor. Yeniden başlatıyor bazen; bazen de son verme cesareti olup, esaretleri önlüyor. Kimi zaman ayağa kaldırıyor; akıp gidiyor insan sahici yollarında. Kendisi oluyor, kendimiz oluyoruz….

Ah! Gencecik, düşündükçe ve düşledikçe çiçeklenen, anlamını arayan, taze, o aklı kalabalık zamanlar.. çocukluğa veda etmiş de olsak; anlam, orada öylece duruyor. Anlam yüklü suskun geçmiş, en muhtaç anlarında, yine hayata döndüren bir an oluveriyor insana, sevgiler kokulu.

 

                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                  ..2022-11.11.2023

 

Çocukluk Romanıma Şiir

 

 

çiçekler büyüttüm Zezé

çocukluğuma saçtığın sayfalarca tohumdan.

ben, çiçeklerimle birlikte büyüyordum;

sense hep aynı yaşta küçük.

 

Biraz daha büyüdüğümde ne olacak,

deniz görünecek mi uzakta?

 

Luciano’nun göğünün altında” geçen çokça yıl…

şimdi şiirler sana,

çocukluğuma uzanan kökleri kalemimin

derenin kıyısındaki küçük şeker portakalı fidanıyım.

 

toprağı eşelediğin dal parçası

uçup giden büyük öfkelerin

yüreğinin yakınındaki ses, bilmediğin

hepsi sensin Zezé, hepsi benim.

kaç hikaye oldun kısa hayatlarda,

kaç çocuk büyüttün,

hayallerinin o doyurucu kalabalığında?

 

portakal fidanın kökleriyle konuşurken

çocuktuk, hayatlar yaratılıyordu

içime ektiğin kuşlarımı yaşattın

köklerim oldu bir portakal fidanı,

çok dallar vermekteyim şimdi

Kuşlar büyüttün.

 

ve “canlı/cansız her şeyle konuşup durman…

kulağını sözcüklerime dayarsan,

kalp atışlarımı duyabilirsin.

hem, farkına varırız kaç kuş büyüttüğünün

yoktu bir önemi, saymayabilirsin

 

hepimiz büyüktük, büyük ve hüzünlü

yeşilini ve çiçeklerini

ve renklerini ve beyazlığını görebileyim diye

çok baharlar beklemekteyim.

geliyor da biliyor musun her seferinde

ısrarla gelmekte baharlarım.

 

Sen, zamanı kaçırınca

bir daha asla şair kıyafeti olamayacağını düşünen çocuk!

şimdinin hüzünleri, yaştan daha hızlı büyüyor.

bir ipek kumaşım var

sana şair papyonu yapabileceğiz

sonra, tüm şairlere şiirlerimizle sesleniriz.

Minguinho olurlar, sohbet başlar

bir Minguinho’n olursa, hem

tüm kuşlar uzun yaşar,

keşfederiz.

 

küçük portakal fidanıyım,

Ağaçlarda salınan türlü yapraklarım

rüzgârla dansı şiir oluyor, her yaprağımın,

altına bir tarih bıraktığım.

 

 

T.E.

Mayıs 19, 2022

İçeride

Karanlık. Belki uykusuna yenice sarılmıştı, ya da alarm sesine sabaha karşı yaşayacağı duyarsızlığın saatiydi; bilmiyordu. Belki de gece sabaha devriliyordu. Karanlığın böylesini tanımıyor, tanımlayamıyordu.

Işık yaksan, sanki aydınlıktan ölüvereceksin, o kadar ağır bir ışıksızlık. Ağır ve kokulu. Aslında böyle yatmayı da sevmezdi ya, tuhaf, iki büklüm olmuş. Rüyaya benzetti bir ara. “Hiç ışıksız bir rüya görülmüş müdür?” diye düşündü, kendisi hiç görmemişti. Rüyalarında hep, ya bir bahçede parlayan güneş altında, sevgiler yarınlara bırakılmamış; ya da bir keşmekeş şehirde saatler çok hızlı ilerlemekte. Ya kaybedip asla bulamıyordu bir şeylerini sabaha karşı, ya da özlemiş, ulaşamıyor uykunun erken yarısında. Rüya bu ya; iyisi sonsuz sahipleneceği kadar gerçek bir mutluluk, kötüsü derhal uyanıp içinden çıkmak istediği bir huzursuzluk hâli. Fakat bu kez ikisi de değil. Uyku değil bu karanlık ve sahiplenmek istemeyeceği kadar da ürkütücü.

Neydi bu, geldi? Göçmüş bir karaltıya; karanlığın adı yok, kendi adınınsa bir önemi. Kadın mı, anne mi, sevgili mi, koca mı? Belki de hepsi. Belki de tanıdık tanımadık her insanı içinde saklıyor şimdi. Aslında herkes orada, onunla, olduğu yerde, tüm karanlıklarında, betonlar ağırlığında sızılarla; yaptıklarıyla, yapmamış olduklarıyla, kopardığı kıyametlerle, duyuramadıkları fırtınalarla, bildikleri ve bilme çabalarıyla, insani her şeyleriyle onunlaydı. Tek bir vücudu taşıyor olmak, tek bir ruhta yaşıyor olmak gibiydi. Zordu, mümkündü.

İnsan beklerken beklediğini unutur mu? Hâlâ ışık yoktu. İnsan kendini unutur mu? Unuttu uyudu, uyandı hatırlamadı. Sonra duydu: “Senin esmer derinliğine…”

‒ “Senin esmer derinliğin bende olsaydı, korkardım kendimden. (…) Senin esmer derinliğin şiir olsaydı, dünya şiire doyardı. Gözlerin kendin olsaydı, herkesin gözleri kendi olsaydı… o zaman… her bakışta… İnsan kaybettiği bir şeyi bulmuş gibi sarsılır dururdu.

“Senin esmer derinliğine…”  satırları çınladı kulağında Edip’in; kalbinde, ayağındaki karıncalarda, zayıf nefesinde, gözyaşındaki tozda.

Bu derinden çıkılmaz, çıkılmaz oradan… diye karşılık vermişti.

Yorgunluğuma iyi geliyorsun, umarım sen de dinleniyorsundur?

Ahh, ne çok şeye iyi geldiğini bilsen…

Kim bilir hangi tarihte aşkla söylenmişti; tüm hayaller kadar sahici, tertemiz. Toz yok; karanlık en fazla romantik bir loşluk kadar…

Çocuktu şimdi. Çok güzeldi hem. Korkmaya cesareti yok… Çocuktu; bildiği en iyi şey güvende olma isteği. Toprağa da güvenmek istiyordu; çünkü hep oynardı onunla, en fazla büyükleri kızardı, o da zaten sonra gülümsemelere karışır giderdi. Düşündü, ısındı. Soğuk havada pek oynamamıştı doğrusu, hele böyle üstüne bir şey almadan soğuğa çıktığı pek olmamıştı. Düşündü, üşüdü… Biri göğsüne alsındı, üşümesi yetmişti. Aradı, bulamadı. Çocuktu aslında içerideyken; dışarıdan bakıldığında yalnızca bir sayı. İncindi çocuk. Kaç çocuktan biri, kaç ailenin küçüğü, kaçıncı saati karanlığın ve kaç kez uyandı üşürken.

Oğuldu. İçeride oğul, dışarıdan aile. İçeride yaşam, dışarıdan “canlı”. Canlı olmak ağırına gider insanın, yaşam olmak istiyordu; tek başına büyük bir yaşamdı! Canlı değil, paylaşmak, bakmaktı, bilmek, öğrenmek, merhametti, sarılmak, dokunmak, hissetmekti. Canlı değil, tüm duygular, tüm emekler, on yıllar, büyük bir aileydi, arkadaşlıklardı. Mahalleydi; köşeyi geçince bakkal… bakkaldı yani; artık değil. Beklemeye devam etti. Canını dinledi. Daha sonra adına öyküler yazılacaktı da, bir adı bile olmayacaktı. Birkaç rakam yan yana, o sayı kadar olacaktı adı. Vaktini karanlığına verdi, gözlerini.

İnsan neyin içinde olduğunu bilmeden bekleyebilir miydi? Kaç insan taş toprak olmuştu? Seslense sesi yok, beklese, yine beklemesi gerekiyor. Toprağa ölülerimizi verirken biz, bu kez toprağa yaşamak karıştı. Toprak yaşamları aldı. Karanlıktı toprak, çok beklettik. Artık sevgiliydi, özür notuydu, bebeklerdi, ailelerdi toprak; akrabalardı, çokça insanıydı milletin, çokça yaşam. İçeride ölmekti, dışarıdan enkaz. İçeride kimsesizsin, dışarıda büyük ailen.

Uyudu. Uyandı. Uyudu, uyandı. Daha kaç uyku uyumalıydı, kaçıncı sırasına girecekti toplu vedaların? Uyudu, uyandı. Kurudu. Hangisi uykuydu, hangisi uyanıklık? Sevgili yaşamı bir sayıya dönüşmesin diye bekledi. Beklemek ağırına gidiyordu. Zordu, bekledi. Mümkündü; mümkün olanı beklemekteydi. Esmer derinliğine döndü sevgili, ısındı. Dünyayı şiire doyuracak dokunaklılıkta uzun bir uyku gelmeden, aydınlık istedi. Aydınlık aileydi, ailesi yurdu. Aydınlık sarı saçlı mavi gözlü adamdı. Aydınlık ehil ve erdemli insandı, aydınlık ahlaktı. Damarlarındaki asil kandı aydınlık; gerçek ve saf dinî inanışlar, ilimdi, bilimdi. Aydınlık cesaretti, sevgiydi ve hepsine sahipti.

Rüyaları beyaza dönüyordu. Beyaz gelinlikti. Bir çocuğun kalbiydi. Sonra yine saatlerin sayıldığı bir vakitte, dışarının yalnızca fısıltısı yetecekken, ah, bu gürültü fazlaydı. Nefesi kuru, hâlinin olmadığı bir konuşma teşebbüsü… İçeride saatler sayılmıyor; hem, kimse gelmeyecekse saatti, günlerdi, fark eder miydi? Sustu, içleri ısınıyordu. Kimseleri gelmişti. Dışarıda, geçen saatin büyüklüğü kadar “mucize” ilanısın. Dinlendi, düşündü. dinlenemiyordu… düşündü. Duvarlar kadar ağır bir düşünce hâli. “Mucize”, “olağanüstü, şaşırtıcı” demekti. Hiç toz toprağa bulanmamaktı mesela mucize, uykusunun bile bölünmemesiydi o gece. “Mucize” olan, sayılan saat sayısı büyüdükçe dileyecek özrümüzün de o denli fazla olduğunu bilme hâliydi. Bilmeyi bilmekti; incindi.  

Kendi esmer derinliğine sarıldı. Gözleri kendisi gibi olan güzel insanlarla buluşmayı diledi, her bakışta. Çokça da vardı, çokça! Tanımların yeniden yapıldığı bir hayatla buluşuyordu. Aydınlığa sarılmak, doğmak gibi bir şeydi. Kaybettiği bir şeyi bulmuş gibi, her seferinde, sarsıldı durdu.

 

Not: Resmi çeken kişinin bilgisini edinemediğimden, izin alamadım. Ancak denildi ki: “Fotoğraf onunsa, Atatürk hepimizin”; bu nedenle anlayışına sığınıyorum.

 

TE.