Karanlık. Belki uykusuna yenice sarılmıştı, ya da alarm sesine sabaha karşı yaşayacağı duyarsızlığın saatiydi; bilmiyordu. Belki de gece sabaha devriliyordu. Karanlığın böylesini tanımıyor, tanımlayamıyordu.
Işık yaksan, sanki aydınlıktan ölüvereceksin, o kadar ağır bir ışıksızlık. Ağır ve kokulu. Aslında böyle yatmayı da sevmezdi ya, tuhaf, iki büklüm olmuş. Rüyaya benzetti bir ara. “Hiç ışıksız bir rüya görülmüş müdür?” diye düşündü, kendisi hiç görmemişti. Rüyalarında hep, ya bir bahçede parlayan güneş altında, sevgiler yarınlara bırakılmamış; ya da bir keşmekeş şehirde saatler çok hızlı ilerlemekte. Ya kaybedip asla bulamıyordu bir şeylerini sabaha karşı, ya da özlemiş, ulaşamıyor uykunun erken yarısında. Rüya bu ya; iyisi sonsuz sahipleneceği kadar gerçek bir mutluluk, kötüsü derhal uyanıp içinden çıkmak istediği bir huzursuzluk hâli. Fakat bu kez ikisi de değil. Uyku değil bu karanlık ve sahiplenmek istemeyeceği kadar da ürkütücü.
Neydi bu, geldi? Göçmüş bir karaltıya; karanlığın adı yok, kendi adınınsa bir önemi. Kadın mı, anne mi, sevgili mi, koca mı? Belki de hepsi. Belki de tanıdık tanımadık her insanı içinde saklıyor şimdi. Aslında herkes orada, onunla, olduğu yerde, tüm karanlıklarında, betonlar ağırlığında sızılarla; yaptıklarıyla, yapmamış olduklarıyla, kopardığı kıyametlerle, duyuramadıkları fırtınalarla, bildikleri ve bilme çabalarıyla, insani her şeyleriyle onunlaydı. Tek bir vücudu taşıyor olmak, tek bir ruhta yaşıyor olmak gibiydi. Zordu, mümkündü.
İnsan beklerken beklediğini unutur mu? Hâlâ ışık yoktu. İnsan kendini unutur mu? Unuttu uyudu, uyandı hatırlamadı. Sonra duydu: “Senin esmer derinliğine…”
‒ “Senin esmer derinliğin bende olsaydı, korkardım kendimden. (…) Senin esmer derinliğin şiir olsaydı, dünya şiire doyardı. Gözlerin kendin olsaydı, herkesin gözleri kendi olsaydı… o zaman… her bakışta… İnsan kaybettiği bir şeyi bulmuş gibi sarsılır dururdu.”
“Senin esmer derinliğine…” satırları çınladı kulağında Edip’in; kalbinde, ayağındaki karıncalarda, zayıf nefesinde, gözyaşındaki tozda.
─ Bu derinden çıkılmaz, çıkılmaz oradan… diye karşılık vermişti.
─ Yorgunluğuma iyi geliyorsun, umarım sen de dinleniyorsundur?
─ Ahh, ne çok şeye iyi geldiğini bilsen…
Kim bilir hangi tarihte aşkla söylenmişti; tüm hayaller kadar sahici, tertemiz. Toz yok; karanlık en fazla romantik bir loşluk kadar…
Çocuktu şimdi. Çok güzeldi hem. Korkmaya cesareti yok… Çocuktu; bildiği en iyi şey güvende olma isteği. Toprağa da güvenmek istiyordu; çünkü hep oynardı onunla, en fazla büyükleri kızardı, o da zaten sonra gülümsemelere karışır giderdi. Düşündü, ısındı. Soğuk havada pek oynamamıştı doğrusu, hele böyle üstüne bir şey almadan soğuğa çıktığı pek olmamıştı. Düşündü, üşüdü… Biri göğsüne alsındı, üşümesi yetmişti. Aradı, bulamadı. Çocuktu aslında içerideyken; dışarıdan bakıldığında yalnızca bir sayı. İncindi çocuk. Kaç çocuktan biri, kaç ailenin küçüğü, kaçıncı saati karanlığın ve kaç kez uyandı üşürken.
Oğuldu. İçeride oğul, dışarıdan aile. İçeride yaşam, dışarıdan “canlı”. Canlı olmak ağırına gider insanın, yaşam olmak istiyordu; tek başına büyük bir yaşamdı! Canlı değil, paylaşmak, bakmaktı, bilmek, öğrenmek, merhametti, sarılmak, dokunmak, hissetmekti. Canlı değil, tüm duygular, tüm emekler, on yıllar, büyük bir aileydi, arkadaşlıklardı. Mahalleydi; köşeyi geçince bakkal… bakkaldı yani; artık değil. Beklemeye devam etti. Canını dinledi. Daha sonra adına öyküler yazılacaktı da, bir adı bile olmayacaktı. Birkaç rakam yan yana, o sayı kadar olacaktı adı. Vaktini karanlığına verdi, gözlerini.
İnsan neyin içinde olduğunu bilmeden bekleyebilir miydi? Kaç insan taş toprak olmuştu? Seslense sesi yok, beklese, yine beklemesi gerekiyor. Toprağa ölülerimizi verirken biz, bu kez toprağa yaşamak karıştı. Toprak yaşamları aldı. Karanlıktı toprak, çok beklettik. Artık sevgiliydi, özür notuydu, bebeklerdi, ailelerdi toprak; akrabalardı, çokça insanıydı milletin, çokça yaşam. İçeride ölmekti, dışarıdan enkaz. İçeride kimsesizsin, dışarıda büyük ailen.
Uyudu. Uyandı. Uyudu, uyandı. Daha kaç uyku uyumalıydı, kaçıncı sırasına girecekti toplu vedaların? Uyudu, uyandı. Kurudu. Hangisi uykuydu, hangisi uyanıklık? Sevgili yaşamı bir sayıya dönüşmesin diye bekledi. Beklemek ağırına gidiyordu. Zordu, bekledi. Mümkündü; mümkün olanı beklemekteydi. Esmer derinliğine döndü sevgili, ısındı. Dünyayı şiire doyuracak dokunaklılıkta uzun bir uyku gelmeden, aydınlık istedi. Aydınlık aileydi, ailesi yurdu. Aydınlık sarı saçlı mavi gözlü adamdı. Aydınlık ehil ve erdemli insandı, aydınlık ahlaktı. Damarlarındaki asil kandı aydınlık; gerçek ve saf dinî inanışlar, ilimdi, bilimdi. Aydınlık cesaretti, sevgiydi ve hepsine sahipti.
Rüyaları beyaza dönüyordu. Beyaz gelinlikti. Bir çocuğun kalbiydi. Sonra yine saatlerin sayıldığı bir vakitte, dışarının yalnızca fısıltısı yetecekken, ah, bu gürültü fazlaydı. Nefesi kuru, hâlinin olmadığı bir konuşma teşebbüsü… İçeride saatler sayılmıyor; hem, kimse gelmeyecekse saatti, günlerdi, fark eder miydi? Sustu, içleri ısınıyordu. Kimseleri gelmişti. Dışarıda, geçen saatin büyüklüğü kadar “mucize” ilanısın. Dinlendi, düşündü. dinlenemiyordu… düşündü. Duvarlar kadar ağır bir düşünce hâli. “Mucize”, “olağanüstü, şaşırtıcı” demekti. Hiç toz toprağa bulanmamaktı mesela mucize, uykusunun bile bölünmemesiydi o gece. “Mucize” olan, sayılan saat sayısı büyüdükçe dileyecek özrümüzün de o denli fazla olduğunu bilme hâliydi. Bilmeyi bilmekti; incindi.
Kendi esmer derinliğine sarıldı. Gözleri kendisi gibi olan güzel insanlarla buluşmayı diledi, her bakışta. Çokça da vardı, çokça! Tanımların yeniden yapıldığı bir hayatla buluşuyordu. Aydınlığa sarılmak, doğmak gibi bir şeydi. Kaybettiği bir şeyi bulmuş gibi, her seferinde, sarsıldı durdu.
Not: Resmi çeken kişinin bilgisini edinemediğimden, izin alamadım. Ancak denildi ki: “Fotoğraf onunsa, Atatürk hepimizin”; bu nedenle anlayışına sığınıyorum.
TE.