tarihinde yayınlandı 2 Yorum

Çocukluk Romanıma Şiir

 

 

çiçekler büyüttüm Zezé

çocukluğuma saçtığın sayfalarca tohumdan.

ben, çiçeklerimle birlikte büyüyordum;

sense hep aynı yaşta küçük.

 

Biraz daha büyüdüğümde ne olacak,

deniz görünecek mi uzakta?

 

Luciano’nun göğünün altında” geçen çokça yıl…

şimdi şiirler sana,

çocukluğuma uzanan kökleri kalemimin

derenin kıyısındaki küçük şeker portakalı fidanıyım.

 

toprağı eşelediğin dal parçası

uçup giden büyük öfkelerin

yüreğinin yakınındaki ses, bilmediğin

hepsi sensin Zezé, hepsi benim.

kaç hikaye oldun kısa hayatlarda,

kaç çocuk büyüttün,

hayallerinin o doyurucu kalabalığında?

 

portakal fidanın kökleriyle konuşurken

çocuktuk, hayatlar yaratılıyordu

içime ektiğin kuşlarımı yaşattın

köklerim oldu bir portakal fidanı,

çok dallar vermekteyim şimdi

Kuşlar büyüttün.

 

ve “canlı/cansız her şeyle konuşup durman…

kulağını sözcüklerime dayarsan,

kalp atışlarımı duyabilirsin.

hem, farkına varırız kaç kuş büyüttüğünün

yoktu bir önemi, saymayabilirsin

 

hepimiz büyüktük, büyük ve hüzünlü

yeşilini ve çiçeklerini

ve renklerini ve beyazlığını görebileyim diye

çok baharlar beklemekteyim.

geliyor da biliyor musun her seferinde

ısrarla gelmekte baharlarım.

 

Sen, zamanı kaçırınca

bir daha asla şair kıyafeti olamayacağını düşünen çocuk!

şimdinin hüzünleri, yaştan daha hızlı büyüyor.

bir ipek kumaşım var

sana şair papyonu yapabileceğiz

sonra, tüm şairlere şiirlerimizle sesleniriz.

Minguinho olurlar, sohbet başlar

bir Minguinho’n olursa, hem

tüm kuşlar uzun yaşar,

keşfederiz.

 

küçük portakal fidanıyım,

Ağaçlarda salınan türlü yapraklarım

rüzgârla dansı şiir oluyor, her yaprağımın,

altına bir tarih bıraktığım.

 

 

T.E.

Mayıs 19, 2022

tarihinde yayınlandı Yorum yapın

bir cümle yaşamdık hepimiz

Aklın tüm parlaklığı, kendi kuyusunda hazineler aramaya yöneltiyor insanı; vakti geldiğinde inilmeli o kayalıklara. Yosunlar bağlamış, bilmemişiz; kendi evimizmiş bulmamışız. Ayağımız kaya kaya, başımız çarpa çarpa girişilen bir arayış meselesi. Öyle yolculuklar ki; hem yara, hem çare.

İnsanın kendine -filizlendiği toprağa- biçtiği değerin, geri kalan tüm şeylerden öte bir mahiyetinin olduğunu düşünüyorum. Seçiyor insan; hep bir seçme hâli. Hangi şarkıyı dinleyeceği, kahve yanı kurabiyesi, söyleyeceği sözü, evlendiği kadını, ayrılacağı adamı, gideceği yolu, varacağı yeri seçiyor… Düşüncesi! Düşüncesini seçiyor insan, aklını ne kadar yoracağını, zahmetini seçiyor. Sonra, kendi eseri bir hayat! Hayatın kontrol edebildiğimiz kısmında azımsanmayacak bir mutlak yeteneğimiz var; kendimize ne yollar açmışız, nelerden bezmişiz, kiminle ne izler keşfetmişiz, nasıl davranmışız bedenimize hatta; bunları düşünmeden çıkılmasın geçilen hendeklerden. İnsan, mürekkebi hayatının. Rengi de şekli de sen; yazılan kağıt da sen, metindeki de. Saksısında suladığı sevgili yeşil, aylardan sonra toprağına tutunmuş tohum, pişmiş bir ekmek kokusu hane içinde, başını göğe kaldırıvermek gün ortasında ve boşlukta süzülmekte olan kanatları görüvermek…

Kendi yaşam zeminine uyum sancılarından, yeniden doğmakta yetişkin hallerimiz; tüm iyi niyetli çabalarımız ise, yalnızlığımızı ‘tek başınalığa’ dönüştürmek için. Başından başlamak, pek çok yeniden, pek çok yaşamak, yakın olmak, uzak düşmek, ayrılırken büyümeyi bilmek, farklı kıyılara yanaşmak, kendine bakmak, hatta beğenmek -razı olmak kendinden-, iyi ki olmuş şeyler, “şimdi”ler… Büsbütün kendisine şefkati değil mi insanın? Hayatla, üstün bir uyumla akmak, anlamı yüceltmekten başka ne işe yarar?

Hızır’ıdır insan kendisinin.

Gülümsemeler kadar hüznü de sevsin… canının acımasına izin versin, hatta kimsenin çekmeye cesaret edemediği acılar çeksin. Aşık olsun, olmadığında geçen zamanı sevsin, cesareti neye karşı kullanacağını seçsin. Bir de… bilmesin bazı şeyleri bazen, bilmeyiversin. Sussun bazen… ‘Bilmemek’ olağanüstü tuhaflıkta hoş bir his aslında. Nasıl ki bir kitap, film, resmin her yeniden gözden geçirilmesi ‘başka biri’ olarak gerçekleştirdiğimiz bir faaliyetse, her okuma öncesi henüz ‘yeni şekliyle bilmiyor’ olduklarımız, entelektüel bir hazzı sunuyor. Bu cazibeden doğan lezzeti, ‘yeni’nin evvelimize makyajında buluyoruz. Biçilecek olan yeni ölçüyü bilmiyoruz henüz ve bunu büyük bir heyecanla bilmiyoruz. Nasıl da mütevazı bir başlangıç, hayatın kalanına. Bilmeyelim biraz, bir miktar bilmemeyi de öğrenmek gerek. Bilmediğinin kabulünde olan insan, daha çok öğreniyor. Hep bir yeninin bizleri beklediği, sağlam, eşsiz, bilge bir yaşam bağı.

Hızır’ıdır insan kendisinin; bilinsin. Bir herhangi yaşam sürerken, bir zaman akar herkesin içinden geçen, sakinleşir ve kıvam buluruz. Bu dinginliğin yolu sancılar dolu. Yarım kalmış işlerimizle bir görünmezde buluşup, oralardan yolumuzu geçirmeyi sevmek için döne döne, tekrar ve tekrar elimizi uzatıp yardım isteriz, yardım ederiz kendimize. Düşünürüz, oluşmaktayızdır. Düşünmek ayrı düşmek ya; ayrışmaya başlarız. Bir teşekkür, bir veda, hiçbir şey, anlamlı bir çiçek, mis kokan bir boyun, bir saç savurması, bir akşam üstü serinliği… Ne olursa olsun bu kabul, iki nokta arası bir cümle yaşamdı tüm ilişkiler. Kendinle olan ilişkinse, bir olmuş bitmişleri anımsama. İnsan mürekkebi hayatının, yazdığı bir cümle yaşamdık hepimiz. Bu kısa yaşamlarda sevgiyi söyleyeceğiz, başka yol bilmiyorum.

TE.

25-26.01.2022 — 02.04.2023

tarihinde yayınlandı Yorum yapın

İçeride

Karanlık. Belki uykusuna yenice sarılmıştı, ya da alarm sesine sabaha karşı yaşayacağı duyarsızlığın saatiydi; bilmiyordu. Belki de gece sabaha devriliyordu. Karanlığın böylesini tanımıyor, tanımlayamıyordu.

Işık yaksan, sanki aydınlıktan ölüvereceksin, o kadar ağır bir ışıksızlık. Ağır ve kokulu. Aslında böyle yatmayı da sevmezdi ya, tuhaf, iki büklüm olmuş. Rüyaya benzetti bir ara. “Hiç ışıksız bir rüya görülmüş müdür?” diye düşündü, kendisi hiç görmemişti. Rüyalarında hep, ya bir bahçede parlayan güneş altında, sevgiler yarınlara bırakılmamış; ya da bir keşmekeş şehirde saatler çok hızlı ilerlemekte. Ya kaybedip asla bulamıyordu bir şeylerini sabaha karşı, ya da özlemiş, ulaşamıyor uykunun erken yarısında. Rüya bu ya; iyisi sonsuz sahipleneceği kadar gerçek bir mutluluk, kötüsü derhal uyanıp içinden çıkmak istediği bir huzursuzluk hâli. Fakat bu kez ikisi de değil. Uyku değil bu karanlık ve sahiplenmek istemeyeceği kadar da ürkütücü.

Neydi bu, geldi? Göçmüş bir karaltıya; karanlığın adı yok, kendi adınınsa bir önemi. Kadın mı, anne mi, sevgili mi, koca mı? Belki de hepsi. Belki de tanıdık tanımadık her insanı içinde saklıyor şimdi. Aslında herkes orada, onunla, olduğu yerde, tüm karanlıklarında, betonlar ağırlığında sızılarla; yaptıklarıyla, yapmamış olduklarıyla, kopardığı kıyametlerle, duyuramadıkları fırtınalarla, bildikleri ve bilme çabalarıyla, insani her şeyleriyle onunlaydı. Tek bir vücudu taşıyor olmak, tek bir ruhta yaşıyor olmak gibiydi. Zordu, mümkündü.

İnsan beklerken beklediğini unutur mu? Hâlâ ışık yoktu. İnsan kendini unutur mu? Unuttu uyudu, uyandı hatırlamadı. Sonra duydu: “Senin esmer derinliğine…”

‒ “Senin esmer derinliğin bende olsaydı, korkardım kendimden. (…) Senin esmer derinliğin şiir olsaydı, dünya şiire doyardı. Gözlerin kendin olsaydı, herkesin gözleri kendi olsaydı… o zaman… her bakışta… İnsan kaybettiği bir şeyi bulmuş gibi sarsılır dururdu.

“Senin esmer derinliğine…”  satırları çınladı kulağında Edip’in; kalbinde, ayağındaki karıncalarda, zayıf nefesinde, gözyaşındaki tozda.

Bu derinden çıkılmaz, çıkılmaz oradan… diye karşılık vermişti.

Yorgunluğuma iyi geliyorsun, umarım sen de dinleniyorsundur?

Ahh, ne çok şeye iyi geldiğini bilsen…

Kim bilir hangi tarihte aşkla söylenmişti; tüm hayaller kadar sahici, tertemiz. Toz yok; karanlık en fazla romantik bir loşluk kadar…

Çocuktu şimdi. Çok güzeldi hem. Korkmaya cesareti yok… Çocuktu; bildiği en iyi şey güvende olma isteği. Toprağa da güvenmek istiyordu; çünkü hep oynardı onunla, en fazla büyükleri kızardı, o da zaten sonra gülümsemelere karışır giderdi. Düşündü, ısındı. Soğuk havada pek oynamamıştı doğrusu, hele böyle üstüne bir şey almadan soğuğa çıktığı pek olmamıştı. Düşündü, üşüdü… Biri göğsüne alsındı, üşümesi yetmişti. Aradı, bulamadı. Çocuktu aslında içerideyken; dışarıdan bakıldığında yalnızca bir sayı. İncindi çocuk. Kaç çocuktan biri, kaç ailenin küçüğü, kaçıncı saati karanlığın ve kaç kez uyandı üşürken.

Oğuldu. İçeride oğul, dışarıdan aile. İçeride yaşam, dışarıdan “canlı”. Canlı olmak ağırına gider insanın, yaşam olmak istiyordu; tek başına büyük bir yaşamdı! Canlı değil, paylaşmak, bakmaktı, bilmek, öğrenmek, merhametti, sarılmak, dokunmak, hissetmekti. Canlı değil, tüm duygular, tüm emekler, on yıllar, büyük bir aileydi, arkadaşlıklardı. Mahalleydi; köşeyi geçince bakkal… bakkaldı yani; artık değil. Beklemeye devam etti. Canını dinledi. Daha sonra adına öyküler yazılacaktı da, bir adı bile olmayacaktı. Birkaç rakam yan yana, o sayı kadar olacaktı adı. Vaktini karanlığına verdi, gözlerini.

İnsan neyin içinde olduğunu bilmeden bekleyebilir miydi? Kaç insan taş toprak olmuştu? Seslense sesi yok, beklese, yine beklemesi gerekiyor. Toprağa ölülerimizi verirken biz, bu kez toprağa yaşamak karıştı. Toprak yaşamları aldı. Karanlıktı toprak, çok beklettik. Artık sevgiliydi, özür notuydu, bebeklerdi, ailelerdi toprak; akrabalardı, çokça insanıydı milletin, çokça yaşam. İçeride ölmekti, dışarıdan enkaz. İçeride kimsesizsin, dışarıda büyük ailen.

Uyudu. Uyandı. Uyudu, uyandı. Daha kaç uyku uyumalıydı, kaçıncı sırasına girecekti toplu vedaların? Uyudu, uyandı. Kurudu. Hangisi uykuydu, hangisi uyanıklık? Sevgili yaşamı bir sayıya dönüşmesin diye bekledi. Beklemek ağırına gidiyordu. Zordu, bekledi. Mümkündü; mümkün olanı beklemekteydi. Esmer derinliğine döndü sevgili, ısındı. Dünyayı şiire doyuracak dokunaklılıkta uzun bir uyku gelmeden, aydınlık istedi. Aydınlık aileydi, ailesi yurdu. Aydınlık sarı saçlı mavi gözlü adamdı. Aydınlık ehil ve erdemli insandı, aydınlık ahlaktı. Damarlarındaki asil kandı aydınlık; gerçek ve saf dinî inanışlar, ilimdi, bilimdi. Aydınlık cesaretti, sevgiydi ve hepsine sahipti.

Rüyaları beyaza dönüyordu. Beyaz gelinlikti. Bir çocuğun kalbiydi. Sonra yine saatlerin sayıldığı bir vakitte, dışarının yalnızca fısıltısı yetecekken, ah, bu gürültü fazlaydı. Nefesi kuru, hâlinin olmadığı bir konuşma teşebbüsü… İçeride saatler sayılmıyor; hem, kimse gelmeyecekse saatti, günlerdi, fark eder miydi? Sustu, içleri ısınıyordu. Kimseleri gelmişti. Dışarıda, geçen saatin büyüklüğü kadar “mucize” ilanısın. Dinlendi, düşündü. dinlenemiyordu… düşündü. Duvarlar kadar ağır bir düşünce hâli. “Mucize”, “olağanüstü, şaşırtıcı” demekti. Hiç toz toprağa bulanmamaktı mesela mucize, uykusunun bile bölünmemesiydi o gece. “Mucize” olan, sayılan saat sayısı büyüdükçe dileyecek özrümüzün de o denli fazla olduğunu bilme hâliydi. Bilmeyi bilmekti; incindi.  

Kendi esmer derinliğine sarıldı. Gözleri kendisi gibi olan güzel insanlarla buluşmayı diledi, her bakışta. Çokça da vardı, çokça! Tanımların yeniden yapıldığı bir hayatla buluşuyordu. Aydınlığa sarılmak, doğmak gibi bir şeydi. Kaybettiği bir şeyi bulmuş gibi, her seferinde, sarsıldı durdu.

 

Not: Resmi çeken kişinin bilgisini edinemediğimden, izin alamadım. Ancak denildi ki: “Fotoğraf onunsa, Atatürk hepimizin”; bu nedenle anlayışına sığınıyorum.

 

TE.